Sanat deyince, Bop Roos ve resim sevinci
Sanat deyince, Bop Roos ve resim sevinci
Şöyle bakınca sanat kelimesi birçok açıdan çok genel ve kapsayıcı bir kelime. Yine de sanatı, herkesin zihninde diğer kelime, kavram ve olgulardan ayıran, sivrilten öznel bir anlamı vardır diye düşünüyorum. Bu noktada herkes için mi sorusu gelebilir akla çünkü sanatla uzaktan yakından alakası olmayan o kadar çok insan var ki. Eğer sanatı illa resim yapmak, heykel yontmak, şiir yazmak, bir sahnede tiyatro oyunu sergilemek vs. gibi düşünürsek evet sanatın herkes için sivrilen bir anlamı olmayabilir.
Lakin sanat deyince saydığım bu eylemlerle birlikte çok daha geniş daha gündelik bir yelpaze de serinletebilmeli insan düşüncesini. Çünkü o geniş yelpazenin serinletici havasına kendimizi bırakırsak göreceğiz ki: Bir kadın sabah sabah gardırobunun karşısına geçmiş renkleri ve zevkleri aynı noktada buluşturmayı umarken sanat oradadır. Sokağın ortasında bir adam bilmem neye kızmış ağzını doldura doldura küfrederken sanat oradadır. Genç bir kız, türlü çiçekler eşliğinde sevdiğinin adını bir bez parçasına işlerken sanat oradadır. Bir anne tüm içtenliği ve sevgisiyle çocuğuna bir tabak yemek sunarken de sanat oradadır. Eğer anne benim gibi canından bezmemişse tabi.
Velhasıl kelam söylemek istediğim sanat insanın genetiğine kodlanmış bir tür öznel gerçekliktir. Benim zihnimde ise sanat deyince sivrilen anlam, görüntü ya da daha doğru bir ifade ile o öznel gerçeklik: Bob Ross’tur. Biliyorum böyle söyleyince çoğumuzun aklına pek bir şey gelmemiştir. Ama hani şu gür ve kıvırcık saçları, tıpkı sonbaharda sarı ve kahve tonlarını giyinmiş yapraklarıyla küçük mutlu bir çalıyı andıran adam dersem, hani doksanlarda ekranlarımızı sanatla şenlendiren Bob amca dersem, şimdilerin tabiriyle bonus kafalı şu ressam amca dersem, hani şu “küçük mutlu çalıların ve ağaçların ressamı” dersem eminin çocukluğu doksanlara tekabül etmiş birçoğu hatırlayacaktır onu. (Onun TRT2’de 1993’te yayımlanmaya başlayan “Resim Sevinci” isimli programını doksanlarda çocuk olan herkes biliyordur sanıyorum.) İşte bana sanatın resmini çiz deselerdi size Bob Ross’u çizerdim. Eğer çizebilseydim… Zira sanat deyince zihnimde sivrilen anlam, sivrilen o öznel gerçekliktir Bob Ross.
Bütün çocuklar gibi ben de severdim resmi ve resim yapmayı. Ama Bob Amcayla resmi, daha bir sevdiğimiz de artık öznel değil nesnel bir gerçeklikti. Durmadan onun çizdiği gibi manzara resimleri çizmeye çalışmak ben ve devrelerim için gündelik, küçük ve mutlu bir uğraştı.
Doksan devresi sadece resmi mi tanıyıp sevdi onunla? Tabi ki hayır. Işığın da bir rengi olduğunu öğrendi ve o rengi tanıyıp sevdi. Titan beyazını, zümrüt yeşilini, kırmızının parlağını öğrendi. Belki gölgenin de bir renk olabileceğini öğrendi. Sonra yanık Siena’yı, Prusya mavisini ve buz mavisini de ilk ondan duyup, ne olduğunu doğru düzgün bilmese de onunla sevdi. Hoş, ben de dahil yanık Siena’yı hala bilmiyor olabiliriz ama olsun sonuçta saydığım ve sanat denen o geniş kavramın bedenine hücrelik yapacağını düşündüğüm tüm bu rengin olgu ve kavramlar (renk, ışık, gölge…) o öğretti, o sevdirdi bize.
O zamanlar Bob amcayı manzara resimleri yaparken seyretmek sanki hayatı daha yaşamadan önce uzaktan seyretmek ve yaşamadan deneyimlemekti. Belki o hayatı, beğenmesek geri sarmak, belki bir şans daha vermekti bizim için.
Benimse onu bu kadar benimseyip sevmemin diğer bir sebebi de bütün güzel manzaralara deliler gibi âşık babamdı. Bob, koca bir parça boyayı fırçası ile alıp tuvalin orta yerine bırakarak manzara resmi yapmaya başladığında babam, çoktan gerçek dünyadan kopmuş, kendini ve zihnini Bob’un renklerden kurduğu dünyasına bırakmış olurdu.
Biz ve babam, eyvah! Gitti, mahvoldu tuval diye düşünürken(aslında sonunun iyi biteceğini bildiğimiz için bu yalancı ve mutluluk verici bir telaştı.) o her zamanki huzur veren sakin ses tonuyla “Hata diye bir şey yoktur sadece küçük mutlu kazalar vardır” diyerek o lekeden ortaya muhteşem bir manzara resmi çıkarırdı. İşte buydu benim için sanat, Bob amcanın o küçük mutlu dokunuşlarıydı, yaptığı küçük mutlu çalılar, o küçük mutlu kazalardı. O çalıların arasında bize görünmeden yaşayıp giden küçük ve mutlu sincaplardı sanat. Üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen o anları bu kadar sıcak anımsayabiliyorsam hala da öyledir galiba.
Tabi o zamanlar hayat da tıpkı Bob Amca’nın resimlerindeki gibi küçük, mutlu ve sıcak gelirdi gözlerimize. İstemeden hayatımıza bulaştırdığımız lekeleri de tıpkı Bob’un yaptığı gibi küçük, hafif fırça darbeleriyle muhteşem görüntülere çevirebileceğimize inanırdık. Tıpkı Bob’un dediği gibi beğenmediğimiz bir şey olursa üstünü boyayıp geçebileceğimizi sanırdık. Gölgeleri hangi tepenin ardına istersek oraya kondurabileceğimizi ya da istemediğimiz gölgeleri yumuşak fırça darbeleriyle dağıtabileceğimizi, sevdiğimiz gölgeleri ise eteklerimizde toplayabileceğimizi falan sanırdık.
Ama zaman geçtikçe gerçeklerin sanat olmadığını fark ettik. İnsanlar kendilerince yaptıkları irili ufaklı birçok sanatsal teşebbüsü aslında gerçek hayattan kaçmak için belki kopmak için yapıyorlardı. Yani gerçek hayat pek de sanatsal bir faaliyet olmadığı için insanlar küçücük gündelik bir işte bile sanat yapıyorlardı ve sanat yaparken de gölgeden ruhlarını sanatın kollarında, onun kollarına bırakıyor, böylece gerçeklerden ve gerçek hayattan kaçıyorlardı. Gerçek hayatlarındaki sisleri ve gölgeleri ancak sanatın yumuşak ve suçlamayan fırça darbeleriyle dağıtarak yaşayabiliyorlardı. Ve dediğim gibi bunu bazen severek yaptıkları bir tabak yemekle, bazen dillerine yapışıp kalmış bir türküyle, bir küfürle, bazen bir çiçeği kıskandıracak güzellikte oyalar ile bazen da dudaklarında bir ıslıkla yapıyorlardı.
Ha bir de Bob Ross gibi hayatı tüm canlılığıyla kendinde ve sanatında toplamış bir adamın kanserden ölmesi ise sanırım hayatın hiç bilmediğimiz envaı türlü sanatlarından sadece bir tanesiydi.
CİWAN